Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere meydan okumaları değil, hukukun üstünlüğünü gerçekten benimsemiş yargının da, bir Yunanistan örneğinde ğu gibi, darbe yapmış ya da darbeye kalkışmış askerleri yakasından tutup adaletin karşısına çıkarması, hapse atması gerekirdi. Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten benimsemiş bir üniversitenin askeri darbe ve yönetimlere çanak tutmak ve destek vermek yerine, 'Ne duruyorsunuz, elinizi çabuk tutun!' demek yerine, üniversiteleri 'asker partisi'nin akademik uzantısı yapmaya kalkışmak yerine, kışla düzenleri karşısında demokrasiyi sonuna savunması gerekirdi. Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma yolunun barış, demokrasi ve istikrardan geçtiğini gerçekten benimsemiş bir iş dünyasının, Kürt meselesi gibi, PKK ve şiddet gibi, Kıbrıs gibi sorunlar çözümsüz ğı sürece Türkiye'de
ekonomik gelişmenin kilitleneceğini bilen bir iş dünyasının, askerin politikayla ilişkisinin Avrupa'daki sınırlanmasına çok daha büyük katkılar yapması gerekirdi. Bu ülkede, kendi varlık i basın özgürlüğünü gerçekten benimsemiş bir medyanın, generallerin sesine kulak vermek ve askeri
müdahalelerin gönüllü gönülsüz destekçiliğini yapmak yerine demokrasi ve basın özgürlüğü bayrağını darbecilere karşı sallaması gerekirdi. Bugüne bunlara çok az tanık Türkiye. Türk basınının duayenlerinden, 1960'lar ve 1970'lerde Hürriyet ve Günaydın gazetelerini yönetmiş Necati Zincirkıran, “Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu” adını taşıyan anılarında, 1960'ların başındaki 22 Şubat darbe girişimi ile ilgili olarak şunları yazar: “22 Şubatçılar arasında üniversitelerden sivil akıl hocaları vardı. Ünlü profesörler, bilim adamlarımız, ünlü gazetecilerimiz cuntaya destek veriyorlar, onlara yol gösteriyorlardı. Çünkü Türkiye'yi birlikte kurtaracaklardı! Dünya gazetesi sahiplerinden Fatih Rıfkı Atay, bir yazısında, 'Albay Talat Aydemir'in gözlerinde Mustafa Kemal'in pırıltılarını
gördüm” diyebiliyordu.”278
277 Gülay Göktürk, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 31, 32.
278 Hasan Cemal (2010); s. 28, 29.
1986 yılında, medyanın apolitikleşme ve magazinleşmeye kaymasıyla oluşan sorunları ve ilkesiz yayıncılık anlayışını gidermek, basın alanında meslek ilkeleri teşkil ederek bir özdenetim kuruluşu oluşturmak gayesiyle kurulan Basın Konseyi'ne 1988'den 2011 yılına başkanlık yapmış Oktay Ekşi, basının darbeler karşısındaki tutumuyla ilgili olarak komisyonumuza şunları ifade etmiştir: Darbeler konusunda basın iyi imtihan vermedi. Bu yeni bir şey de değil, gili basının tarihi boyunca değişmemiş bir gerçeğidir bu. O le bugün bir darbe olacak olsa Türk basınının dünkünden farklı bir tavrı olacağını düşünmüyorum, Türk basınının değil adliyesinin, üniversitesinin, sokaktaki adamın, tüccarının, siyasetçisinin bir başka farkı var mı ki Türk basınından, öyle olmasın da böyle olsun diye ayrı bir tavır bekliyoruz. Onun için hamurun yarısını kesip öbür yarısını görmeden hüküm vermeye kalkmamız doğru olmaz. İçinde çalıştığım, kırk dört senemi verdim Hürriyet gazetesi. Hürriyet gazetesinin 26 Mayıs gecesi basılan gazetesi 27 Mayıs sabahı çıkan gazeteden farklıdır, niye? Çünkü 26 Mayıs gecesi merhum Adnan Menderes'in Eskişehir'de yaptığı konuşmanın ve o tarihteki dâhiliye vekili Namık Gedik'in sözlerini büyüten ve onu ön plana alan gazetedir, fakat gece yarısı üç buçukta filan darbe meselesi ortaya çıkınca bütün o sayılar yakılmış veya tahrip edilmiştir, ertesi gün okuyucunun önüne “Silahlı Kuvvetler ye el koydu” diyen müjdeli bir başlık atılmıştır. Bu, sadece Hürriyet gazetesi için böyle değil.279
Medyanın ve medya elitlerinin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan'da yaşadıkları ve yaşattıkları sendromu, “Kendi kurduğumuz sistemi paylaşmak istemedik, tasfiye oluyoruz!” diyen Mehmet Ali Birand özetlemektedir: Bizim kuşak için devlet daima öncelikliydi. Devleti de asker temsil ederdi. Siyasetçi üçkâğıtçı, yalancı; asker namuslu, her şeyini vatana harcayan kahramandı. Üstelik Atamız laik-demokratik Cumhuriyeti koruyup kollama görevini ona bırakmıştı. Askerin politikacıyı denetleme hakkı vardı. İşler bozulduğunda da asker müdahale edebilirdi. Hatta tereddütlü bir davranışla karşılaştığımızda 'komutan neredesiniz, devlet elden gidiyor…' diye yazdık…
Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi… Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşıladık. Yardımcı k… Genel algılama, sanki darbeler askerin kendi keyfiyle veya Washington'dan aldığı işaretlere göre gerçekleşiyordu. Hayır, işler o basit değil. Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur… Cumhuriyet'in
kuruluşundan itibaren, iki eksel düşman dindarlar ve Kürtlere karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle paylaşmamız gerektiğini hiçbir kabullenmedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık. Ne Cumhuriyet'in siyasi sistemini, ne de lâik kesimin egemen ğu ekonomik pastayı paylaştık. Böyle bir baskı altında kça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe oluşturdular ve siyasi-ekonomik pastayı paylaşmak ister lar. İşte o da, hemen askere başvurduk. Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık. Bir gün, Türkiye'nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik. Bugünlere gelmemizin başlıca i, şimdiye hazırladığımız anayasaları hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır.
279 Oktay Ekşi, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 30 Ekim 2012, s. 28, 29.
Uluslararası literatürde sivil toplum kuruluşları olarak isimlendirilen Türkiye'deki meslek örgütleri, darbe larında hükümetlerin düşmesi için ortak veya bağımsız deklarasyonlar yayımlarlar [28 Şubat için “beşli çete”: TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu)]. Ağırlıklı olarak işçi temsilcisi bu siviller bunu yaparken işverenler ne yapıyor? TÜSİAD üyesi İshak Alaton'un anlatımıyla: “İş dünyası askere selam çakıyor.”280
Sendikaların darbe karşısında aldıkları tutum incelendiğinde: 1960 darbesi döneminde, sendikacılar da iktidarın tercihlerine rıza göstermiş, onunla çalışmak yerine ona boyun eğip iktidarın yakınında olmanın avantajını kullanmak istemişlerdir. Sendikal hareketteki hâkim eğilim her yüzünü üyelerine değil devlete ve onu yöneten kadrolara döndürmüştür. Ve bu sayede iktidarını koruyabileceğini düşünmüştür. Bu bağlamda sendikacılar, darbeleri de “büyük coşku ve heyecanla” karşılamışlardır. 1960 darbesini “Doğan inkılâp güneşi” olarak selamlayan Türk-İş, 1971 darbesini ise “Türk Silahlı Kuvvetlerinin duruma, ortada hiçbir sebep yokken müdahale ettiğini söylemek mümkün değildir… Türk Silahlı Kuvvetlerinin sesiz kalmasını beklemek O'nun var oluş ini temel felsefesini inkâr etmesini istemek demektir.” sözleriyle meşrulaştırmaya çalışır. DİSK ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında yer li-">li tan “kıvanç” duyduğunu ilan eden bildiriyle selamlar darbeyi.
12 Eylül 1980'de ise DİSK açıklama yapma şansı bulamadan kapatılır. Ancak Türk-İş Genel Başkanı İbrahim Denizciler: “Milletin bağrından çıkan ordunun tam bir bütünlük içerisinde milletimize huzur veren davranışını” desteklediğini ve yanında yer aldığını ilan eder. Sonrasında toplanan Türk-İş Yönetim Kurulu yaptığı açıklamayla: “12 Eylülden sonra yurdumuzun en büyük işçi kuruluşu olarak Millî Güvenlik Konseyine yardımcı ve destek olmayı bir vatanperverlik sayacağını” belirtir ve darbeciler tarafından kurulan hükümette Genel Sekreterini, Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görevlendirir.281
Buradan hareketle sendikacıların bu tavrına karşı işçilerin tutum alışlarına bakacak olursak, işçilerin gecikmeli de olsa darbe mağduru siyasi partileri desteklediğini görürüz. 1960 Darbesinin DP'ye karşı yapıldığını hatırlarsak; onun devamı Adalet Partisi (AP) 1961 yılında yapılan seçimlerde yüzde 34.78, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi yüzde 13,95 ve Yeni Türkiye Partisi yüzde 13,72 oy almışlardır. Üç partinin oyu yüzde 62,45'tir. Seçmen tüm sessizliğinin ardından Yassıada'ya ve İmralı'ya tepkisini oylarıyla göstermişti. Süngüyle gidenler sandıkla geri dönüyordu.282 Bir sonraki genel seçim 1965 Seçimleri'nde ise Adalet Partisi yüzde 52.87 oranında rekor oy almıştır. 1971 yılında yapılan darbenin sola karşı yapıldığını hatırlarsak, 1973 yılında yapılan seçimlerde CHP'nin yüzde 33.29, 1977 yılında ise yüzde 41.39 oranında oy almış olması dikkate değerdir. Darbeciler, süngüyle iktidara gelmişlerdi; ama onun üzerine oturmanın imkânsız ğunu sandıktan çıkan sonuçlardan anlamışlardı. İşçiler, sınıfsal bir tavırdan çok ezilen kesimlerin bir parçası olarak, mağdurun yanında yer almışlardır. 1980 yılında yapılan darbenin eskinin bütün siyasi unsurlarını silmeyi hedefleyen tavrını düşündüğümüzde, 1983 seçimlerinde ANAP yüzde 45.14, Halkçı Parti yüzde 30.46 oranında
280 Muhsin Öztürk (2012); s. 107, 108, 110, 118, 119.
281 Haydar Çetinbaş; 27 Mayıs: İşçiler ve Sendika(cı)lar, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 155, 156.
282 Mehmet Ali Birand ve diğerleri; 12 Mart İhtilalin Pençesinde Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008, s. 20.
oy almışken, darbelerin açıkça desteklediği MDP yüzde 23.27 oranında oy alabilmiştir. Siyasi yasakların kalktığı göreli rahatlama döneminin ğu 1991 seçimlerine baktığımızda ise AP'nin devamı DYP, CHP'nin devamı SHP ve CHP'nin eski genel başkanının partisi DSP'nin aldığı toplam oylar yüzde 59'lar civarındadır. Bu bütün tutum alışlar yakın dönemde yaşanan adına “örtülü darbe” ya da “postmodern darbe” de denilen 28 Şubat'ta da benzer biçimde olmuştur. Dönemin Türk-İş ve DİSK Genel Başkanları açıkça darbenin yanında yer almışlar, hatta darbenin bir parçası olmuşlardır. Darbenin mağduru Refah Partisi çizgisindeki partiler olmuş, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında yapılan seçimlerde, yüzde 34.28 oy almış ve tek başına iktidar olmuştur (2007 genel seçimlerinde yüzde 46.58 ve 2011 seçimlerinde yüzde 49,8 oy oranıyla). Sonuç olarak darbelere ve darbecilere karşı işçilerin ve sendikacıların yaklaşımları birbirinden farklı olmuştur.
Sendikacılar darbe yapanların yanında yer alıp onlara destek olurken, işçiler daha çok darbeyle sorunu partilere yönelmiş, en azından darbelere açıkça destek vermemişlerdir.283
Tam demokrasiye sahip olamayan bir devlet sisteminin kusursuz işleyen bir sivil toplum yapısına sahip olması da beklenemez. Bu anlamda, “Türkiye'nin kayıp halkası sivil toplumdur” önermesi yanlış değildir. Sivil toplumun gelişemeyişinin tarihi, sosyal ve kültürel gerekçelerinden çok önce peşinen ifade edilmesi gereken somut bir sebebi vardır. Ekonominin yüzde 70'e yakın bölümünün devlete ait ğu bir ülkede sivil toplumdan ancak düşünce alanının bir nesnesi olarak söz edilebilir. Devlet iktidarının siyasetçi ve bürokrat tarafından suistimal edilmesini önleyecek tek güç sivil toplumdur. Sivil toplumun denetlemediği ve hizaya çekmediği devlet iktidarı rasyonellikten uzaklaşır ve sonunda yozlaşır.284 Darbeler karşısında kendilerinden beklenen sivilliği gösteremeyen işçi ve işveren
örgütlerinin statüleri ve fonksiyonları yenilenmeye, elden geçirilmeye muhtaçtır. Bu kuruluşlar özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir yapıya sahip değildirler.
DEVAMI YARIN...
Yorumlar
Kalan Karakter: