Bu iki sayfalık belgede tam 40 gazetecinin ismi yer alıyor ve “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş kları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” deniliyor. 272
TSK, lâik merkez medya ile o güne görülmemiş bir ilişki oluşturdu. Yazılı ve görsel basını “beslemeye” başladı. Özel turlar, brifingler ve kulaklara fısıldanan bilgilerle manşetleri ve televizyon haberlerini açıkça kontrolüne aldı. O günün resmini Ali Bayramoğlu (Yeni Yüzyıl Gazetesi) şöyle çizmektedir:
Gazetelerin yaptığı birinci iş: Toplumu şekillendirmek, toplumu yönlendirmek. İkinci yaptığı iş de şudur: Silahlı Kuvvetler'in silahı olmak. Silahlı Kuvvetler, 28 Şubat müdahalesini silahla yapmadı, ama basınla yaptı. Basını silah gücünde kullandılar. Gerek fişlemelerle, gerek andıçlarla, gerek nokta atışlarında basın; doğrudan doğruya kullandıkları, doğrudan doğruya hem ahlaki yaptırım, hem siyasi yaptırım, hem hukuki yaptırım açısından devrede tuttukları bir yapı . Dolayısıyla 28 Şubat'a baktığımızda hakikaten basının kara sayfasını, utanç sayfasını görürüm ben. Eğer basın bu tavrı almasaydı, bunu yapabilir miydi, başka bir tartışma konusu ama basın bu tavrı almasaydı zannediyorum bu fütursuzca, bu rahat bir şekilde bazı sorunlar yaşanmazdı. Fikret Bilâ (Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi) başarısızlığın faturasını, o günlerde medya etiğini çiğneyen basına değil siyaset kurumuna çıkarır: Siyaset kurumunun kendi işlevini yerine getirememiş olmasından kaynaklanan mahcubiyetle, sorumluluk medyaya yöneltiliyor. Aslında siyaset kurumu askerin karşısına çıkmamıştır. 28 Şubat'ta onun karşısında dik bir duruş sergileyememiştir… Medyanın fonksiyonu olmuş mudur, olmuştur, ama medyanın fonksiyonu birinci derece bir fonksiyon değildir. Mesela şu soruya cevap vermeleri gerekir; Erbakan tankın üstüne çıktı da biz yazmadık mı? Böyle bir şey olmadı. Siyaset kurumu kendi gücüyle uyumlu bir tepki vermedi ki, Erbakan MGK'dan, “Ben bunları imzalamıyorum” diyerek rest çekip çıkmadı ki. Niye o suçu medyaya yönlendiriyorlar? Güneri Cıvaoğlu Kanal D Haberde, “Günün Yorumu”nda o akşam şöyle diyordu:
Genelkurmay'da bugün tarihi bir brifing verildi. Durum gerçekten vahimdir. Silahlı Kuvvetler'in artık iyi bildiğimiz ve yaklaşık onar yıllık aralıklarla karşılaştığımız iç hizmet yasası bağlamında laik cumhuriyeti korumak ve kollamak üzere durumdan vazife çıkarmak söylemi anlamlı bir mesajdır. Keşke
270 Dinin toplumsal kültürün önemli bir ögesi ğu gerçeğini kavramaktan aciz ların, bir dizi 'aşırılıktan' ve 'saçmalıktan' yakayı kurtarması mümkün değildir, diyen Fikret Başkaya; Türkiye'de 'devlet aydınları' ve memur bilinci taşıyan 'bilim cemaati'nin din ve dinin işleviyle ilgili yeterli bilgi birikiminden yoksun kları için, dini 'kolaylıkla vazgeçilebilir' bir şey sayarak yanıl-dıklarını; bugün toplumun yaşamakta ğu gerilimin, dine yaklaşımdaki yanlışlar ve o yanlışlar üzerinde yükselen 'sakat politika ve uygulamaların' bir sonucu ğunu ifade etmektedir. Fikret Başkaya (1999); s. 14.
271 Zafer Özcan (2010); s. 71-75.
272 Kullanılan gazeteciler onlar mı? Zaman Gazetesi, 2 Mart 2010, (Erişim: 21 Haziran 2012 http://www..com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=957123&title=doviz-gune-nasil-basladi)
demokrasinin tatile çıkmasına çanak tutanlar ve de onların çanak yalayıcıları, bu pisliğin üzerinde uçuşan sinekler yaklaşan fırtınayı sezebilseler… Türkiye Refahyol adlı bu bitli yorganı artık sırtında taşıyamaz. Erbakan'ı uzaklaştırıp Çiller'i başbakan yaparak tersyüz edilse de bu yorgan bitlerinden arınmaz. Fatih Altaylı (Sabah Gazetesi): Bütün mesele siz de gayet iyi biliyorsunuz MGK kararlarının imzalanıp imzalanmaması… Şimdi imza-layacaksınız, tamam diyeceksiniz, hükü-mette kli-">li uğruna her türlü adımı ata-caksınız ve buna rağmen kalamadıktan sonra da “Biz mağduruz” diyeceksiniz. Ben inanmıyorum böyle bir mağduriyet yaklaşımına… Asker peki yani kafana şaplak vurur, şaplak da değil el şöyle kalk-tığı “Al abi, başbakanlık” diyenle-rin hiç mi suçu yok? O niye giri-yorsunuz siyasetin içerisine, niye Türki-ye'yi yönetmeye soyunuyorsunuz?273
2006'daki Danıştay saldırısı medya için tekrar bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüştür. 17 Mayıs 2006'da Danıştay 2. Dairesine silahlı saldırıda bulunan Avukat Alparslan Aslan, Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin'i öldürdü. Aralarında Daire Başkanı Mustafa Birden'in de bulunduğu dört üyeyi ise yaraladı. Daha sonra kaçmaya çalışan saldırgan polisin ında müdahalesi ile yasamsun oto kiralamadı. Yakın tarihin en provokatif olayına, daha duyur duyulmaz hükmünü veren medya, saldırının gerekçesinin, bu dairenin aldığı türban kararı ğunu ilan etmekte gecikmedi. Daha hiçbir resmi açıklama bile yapılmadan bazı televizyonlar alt yazılarla olayı, 'Danıştay'a türban saldırısı' diye vermekte sakınca görmedi. Bu gibi olayların en duyarlı gazetesi olma özelliğine sahip Milliyet'in ertesi gün attığı, 'Laikliğe kurşun' başlığı, gazete koleksiyonlarında ğu , o güne ait internet gazetesinde hâlâ duruyor. Danıştay saldırısının en ilginç en anlamlı manşeti Milliyet'e ait; ancak en çarpıcı köşe yazısı Ertuğrul Özkök'ün. 18 Mayıs tarihli Hürriyet Gazetesinin manşeti “kaşıya kaşıya” şeklindeydi.
Özkök'ün aynı gün kaleme aldığı yazı, ön sayfada “Rejimin 11 Eylül'ü”, iç sayfada ise Cumhuriyet'in 11 Eylül'ü” başlığını taşıyordu. Yazıda: Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin "11 Eylül"üdür. Rejimin temel direklerinden biri yargı tam kalbinden vurulmuştur. Bu hepimize karşı yapılmış bir saldırıdır. Bu ülkede din üzerinden siyaset yapmak çok, ama çok tehlikelidir. (…) İster dini amaçla yapılsın ister başka emellere hizmet etsin, sonunda bu bahaneyi üreten tek etken, dinin siyaset alanına sokulmasıdır. (Cumhuriyet'in 11 Eylül'ü, Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006) Bu yazıdan yaklaşık iki ay sonra, 14 Temmuz 2006 tarihli köşesinde, bazı gerçekler ortaya çıkmasına rağmen, Özkök ısrarlıdır: “Ben ilk günden beri hep aynı şeyi yazdım. Arkasında kim olursa olsun, bu, hepimize yönelik bir girişimdir. Hedefi rejimdir. İşte o le bu saldırıyı sembolik olarak 'Türkiye'nin 11 Eylül'ü' olarak niteledim. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum.” Milliyet'in yazarı Can Dündar, “İran'da mı eğitildi?” başlıklı yazısında öylesine cümleler kaleme aldı ki, olayı Vakit'in kapatılmasından, türbanlı kızların isyanına ve topyekûn dinci basının sorumluluğuna taşımakta hiç sakınca görmedi: Danıştay Başkanı'nın uyarı konuşmasından sonra "Bunları hep dinliyoruz" diye dudak büken ve "Hedef gösteriliyoruz" kaygılarına zerrece aldırış etmeyen Başbakan, sorumluların en başındadır. Danıştay'ı hedef seçen hükümet ve dinci basın da öyle... O yüzden şimdi “Gerekçesi ne olursa olsun...”la başlayan ve “gerekçe”yi
273 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız (2012); s. 183, 222, 223, 232, 249.
aklayan lanetleme mesajları “timsah gözyaşları”nı andırıyor. Erdoğan'ın “Danıştay Başkanı'nın kaygılarını dikkate almamakla hata ettik” demesini, hâkimleri hedef gösteren Vakit'in kapatılmasını, hakları için kan dökülen türbanlı kızların “Biz böyle insanlık dışı bir hesaplaşmada yokuz. Saldırıyı lanetliyoruz” diye yollara dökülmesini beklemek hayalperestlik olur. (İran'da mı eğitildi? Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006)274
Darbelerden önce ve sonra müdahaleyi meşrulaştırmak için psikolojik harekâtlar yapıldı. Bu bazen gelmekte tehlikeye dikkat çeken propaganda, bazen de fiilen ülke güvenliğinin sağlanamadığı zehabını yaygınlaştıracak kanlı olaylar şeklinde . Her yönüyle kirli bir bilgi ı var. İnternet siteleri kuruldu, stratejik düşünce kuruluşları adı altında uzmanlarla desteklendi, jandarma istihbarat finansörlüğünde hükümet aleyhine kitaplar yazıldı, kara propaganda ve itibarsızlaştırma faaliyetleri rutine dönüştü. Gazete patronları, genel yayın yönetmenleri, etkili köşe yazarları ve An-kara temsilcilerine doğrudan ya da toplu bilgilendirmeler yapıldı. Müdahale süreç-lerinde ise ricalar emre dönüştü. Bir emirle 'Bu defa silahsız kuvvetler halletsin' (1996) manşeti atılabildi. Eğer gazeteci tamamen işin içindeyse bu başlık 'Genç subaylar tedirgin' (2003) şeklinde .275
Turgut Özal ile başlayan, girişimciliği teşvik etme ve ekonomiyi dışa açma politikaları 1990'lı yıllardan itibaren eksel 'merkez'in dışında yani, 'devlet'ten nispeten bağımsız oluşan ve adına kısaca 'Anadolu Sermayesi' ğimiz yeni bir iktisadi gücün ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. 'İslamcı Siyasetin' o dönemde yükselişe geçmesi de bir yanıyla bu ekonomik dinamikle bağlantılıdır. Ne var ki, bu yükseliş eksel kayırmacı ekonomik sistem içinde devletle işbirliği halinde palazlanmış yerleşik ve daha 'büyük sermaye'yi ciddi olarak kaygılandırmıştır. Bu çevreler Refah Partisi iktidarının kendileri aleyhine olarak bu 'kenar' gücünü destekleyeceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim RP'nin büyük ortağı ğu hükümetin ekonomi alanında izlediği kimi politikalardan 'büyük sermaye'nin rahatsızlık duyduğunu ve bunu kontrol ettiği merkez medya aracılığıyla dışa vurduğunu kolayca hatırlayabiliyoruz. Büyük ölçüde bu le, devlet eliyle dağıtılan ranttan kendisinin artık yararlandırılmayacağı, dolayısıyla eksel avantajlı pozisyonu ve 'seçkin' sınıfsal statüsünü kaybedeceği endişesine kapılan 'büyük sermaye', RP-DYP koalisyonuna sert bir muhalefet yürütmeye başladı. Bu statünün bir yanı da, bu kesimin 'çağdaş' hayat tarzı idi. Bu muhalefet la merkez medya eliyle silahlı kuvvetleri hükümete karşı kışkırtma şeklini aldı.276
Gülay Göktürk, her darbenin ardında çökmüş bir demokrasi, yerlerde sürünen bir hukuk, onurunu yitirmiş bir meclis bıraktığını, 28 Şubat sürecinde basının çok kötü bir sınav verdiğini, bütünüyle çok büyük ve ağır bir yenilgiye uğradığını ifade eder: 28 Şubat sürecinde ve ben şuna inanıyorum ki: Eğer basın dik durabilseydi, basında 15-20 tane istifa etmeyi göze alabilen genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü olabilseydi, bütün o kendilerine talimatla manşetleri atmayı reddeden ve bunu kamuoyuna açıklayan, bunu kamuoyuna açıklama cesareti gösteren çok değil 10-15 tane üst düzey yönetici olabilseydi 28 Şubat böyle derinleşemezdi, 28 Şubat çok daha erken tasını tarağını toplayıp gitmek zorunda kalırdı. Sadece basın değil, entelektüel sınıfımız da bütünüyle sınıfta , aydınlarımız da sınıfta . Bunun birinci, belki en önemli sebeplerinden bir tanesi: Zaten hamurlarında bir darbecilik eğinin olmasının yani hamurlarında bir jakobenliğin olmasının, siyasi ve ideolojik çizgi olarak alttan
274 Zafer Özcan (2010); s. 122-125.
275 Muhsin Öztürk (2012); s. 109.
276 Mustafa Erdoğan (2012); s. 32, 33.
yukarı halk hareketlerinin, alttan yukarı Demokrat Parti hareketinden tutun da daha sonra Refah hareketi ve daha sonra Ak Parti hareketine hep gerici, çağ dışı ve Türkiye için tehlikeli bulmalarının bir rolü var ama aynı da akıntıya karşı yüzme eği de yok yani bir entelektüelin en temel vasıflarından biri, azınlıkta ğı akıntıya karşı durmayı bilebilmektir. Türkiye'nin entelektüellerinin çok büyük oranda çoğunluğa uyma, rüzgâr nereden esiyorsa o tarafa yelken açma eği olması, akıntıya karşı durma ekle-rinin olmaması da bir başka zaaftı ve sonuçta ortaya çıkan tablo, evet, bütün basın çok büyük bir çoğunluğuyla, tıpkı 27 Mayısta ğu gibi demokrasinin çanına ot tıkamasına yardım etti, gönüllü yazıldı ve yaratıcı bir biçimde haberler üretti, kendi-sine verilen talimatlarla da yetinmeyip o-nun da ötesine geçip hem halkına ihanet etti hem de mesleğine ihanet etti.277
Hasan Cemal, darbeler karşısında, basın özgürlüğünün ve demokrasinin bayrağını sallamayan gazetecilere ve toplumun diğer kesimlerine hitapla: Asker karşısında sürekli boyun eğen bu Şark kurnazlığı, bu uysallık da Türkiye'nin 'sivil sorunu'dur. Bu 'Sivil Sorunu'nun bir boyutunda hiç kuşkusuz özellikle yargıdan başlayarak, üniversite, iş dünyası ve tabii medyadan çok önemli parçalar vardır. Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında Türkiye'nin Avrupa'dan, örneğin bir Yunanistan'dan, bir İspanya'dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır.
DEVAMI YARIN...
Yorumlar
Kalan Karakter: