Kemal Karpat'a göre, “Cumhuriyet rejiminin yaratmak istediği yeni birey rasyonel ve din karşıtı kişiydi.”
Türklerin nihai amacı çağdaş uygarlığı yakalamak hatta geçmekti; uygar kişi mantıklı davranan kişiydi. Bu le, Türk inkılâbının temel hedefi, dinin toplum ve siyasal hayat üzerindeki
zincirlerini kırmaktı. Şerif Mardin'in çarpıcı bir şekilde işaret ettiği gibi, “Türk inkılâbı, durumundan memnun olmayan burjuvazinin ürünü değildi, toplumsal düzenden hayal kırıklığına uğrayan köylülerin desteği ile meydana gelmedi ve feodal ayrıcalıkları ortadan rmak gibi bir hedefi de yoktu: Bu inkılâp, Osmanlı ancien regime (eski düzen)'ine karşı
yapılmıştı.” Giovanni Sartori'nin deyimi ile, Atatürk'ün benimsediği siyasal rejimden, “pragmatik tek parti rejimi” olarak söz etmek gerekir, çünkü Sartori'ye göre Atatürk
Türkiye'sinde “ideoloji”, “pragmatik mantalite”den başka bir şey değildir. Bu den dolayı Atatürk'ün taraftarı ğu devlet, ılımlı aşkın aynı da geçici bir devlettir. Aynı
da geçicidir, çünkü seçkincilik sadece çağdaş uygarlığa varmanın bir aracı olarak görülmüştü. Çağdaş uygarlığa varıldığı ise aşkın devlete yer olmayacaktı.
Atatürk'ün zihnindeki modelin bürokraside hayata geçirilmesi kolay olmamıştır. Sivil bürokrasinin üst düzeylerine yaptırdığı atamalar siyasal kriterlere dayanıyordu. Fakat burada
bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Bir yandan sivil bürokrasiyi makine benzeri bir örgüt haline getirmeye çalışmıştı. Diğer yandan, bürokratların müstakil bir değerler sisteminin, yani
Atatürkçü düşüncenin, savunucuları olmalarını istemişti. Bürokratik seçkinler giderek Atatürkçülüğün savunmasını üstlendiler fakat siyasal kadrolar karşısında “ast rolü” oynamaya razı olmadılar.36
Halkçılık ilkesi, toplumu sosyal sınıflardan değil çeşitli meslek gruplarına mensup fertlerden
meydana gelmiş bir bütün olarak kabul etmekteydi. Toplumun kaynaşmış, imtiyazsız ve sınıfsız homojen bir yapı olarak algılandığı bir ortamda demokrasinin gereği olarak farklı
siyasal partilerin kurulması, iktidarın belli sınıflara dayanması, yarışmacı ve adil seçimlerle el değiştirmesi pek mümkün olmamaktadır. Nitekim toplumsal inşa faaliyetlerinin yoğun
şekilde sürdürüldüğü tek parti döneminde birden çok partinin kurulması ve yaşatılması mümkün olmamıştır. Temelde Türk siyasal sisteminde çoğulcu, uzlaşmacı, ekçi ve liberal değerlerle merkeziyetçi, bürokratik ve elitçi değerler arasında bir çatışma mevcuttur ve bu çatışmaya dayalı dinamizm siyasal gelişmenin hâkim çizgisini oluşturmaktadır. Çoğulcu,
ekçi ve liberal söylem II. Meşrutiyet, Birinci Meclis, Demokrat Parti yönetimi ve 1983'ten sonra Özal yönetimi sırasında öne geçmiştir. 1923'te kurulan Cumhuriyetin “muasır
medeniyet” içinde yer alabilmek için monarşinin yerine cumhuriyeti, millet fertlerini bir arada tutacak bağ olarak dinin yerine milliyeti, şer'i kanunlar yerine seküler/laik kanunları
yerleştirmeye çalışması ve demokrasiyi ihmal etmesi cumhuriyetin demokratikleşmesini
sınırlandıran bir gelişme olmuştur. Cumhuriyetçi, lâik, milliyetçi, devrimci, devletçi ve halkçı
bir ulus-devletin kurulması için gösterilen çabalar demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını
zorlaştırmış, dahası böyle bir hedef ortaya konmamıştır.37
Tek-tip insan yetiştirme hedefi bütün toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmak isteyen bir anlayışın doğal sonucudur. Bu anlayışı kısaca
tanımlamak gerekirse, bunun sosyo-politik modelinin adı totalitarizm, felsefesi pozitivizm,
yöntemi de kurucu akılcılık”tır. Totalitarizm yanlıları siyasi alanı ayrıcalıklı bir seçkinler zümresinin tekeline li-">li la yetinmezler, aynı da sivil toplumu da tümüyle denetim
altına li-">li isterler. Başka bir anlatımla, bu modelde siyasi alanda rekabete izin verilmediği gibi; piyasalar, kültür ve din gibi toplumsal alanlar da düzenlenmeye ve denetlenmeye çalışılır.
36 Metin Heper (2006); s. 120, 123, 124.
37 Davut Dursun; Demokratikleşemeyen Türkiye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7-8, 16, 17, 20-23.
Bu, özgürlük yerine baskı ve zorlamanın, hak yerine ödev ve sorumluluğun, hukuk devleti
yerine “polis devleti”nin, çoğulculuk yerine üniformizmin ve demokrasi yerine de bürokratik elit tahakkümünün geçerli olması demektir.38
Uzun Türkiye'yi Batılılaştırma misyonunu bürokratik seçkinler üstlendiler. Bu yüzden demokrasiyi salt Batılılaşmanın bir alt boyutu ğu için benimsediler. Bu den dolayı, “demokrasinin en iyi rejim ğu” sonucuna varmalarına rağmen 1960'ların sonuna gelindiğinde “politikacılara güven olmayacağını” da düşündüler. Bu le Atatürk'ün
vazettiğinin tersine, bürokratik seçkinler, Atatürkçü düşüncedeki içkin seçkinciliği bir araç değil, bir amaç olarak algılamışlar, araçsal bir devlet anlayışını aşkın bir devlet anlayışının
yerine ikame etmeyi üşünmemişlerdir. Kemal Karpat'ın belirttiği gibi, bürokratik seçkinlere göre entelektüelin görevi kitlelerin gelişimi için önlerini açmak değil, aksine kitlelere kılavuz olmaktır. Bu yüzden bir dünya görüşü Atatürkçü düşünceyi bir “ideolojiye”
dönüştürmeye gayret etmişlerdir. 1923'ten sonra ordu kendisini, hem Cumhuriyet devleti hem de Atatürk'ün reformları ile başka kurumlarla karşılaştırılamayacak derecede
özdeşleştirmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisine kanun ile yüklenen Türkiye Cumhuriyeti'ni hem iç hem dış düşmanlara karşı koruma ve Cumhuriyetle kazanımları
teminat alma görevini üstlenince bu rolünü giderek kurumsallaştırdı. Bu olgu Türkiye'deki sivil - ordu ilişkilerini diğer gelişmekte ülkeler ile karşılaştırıldığında olağandışı kılmıştır.
Devlet ile özdeşleşmesi ve rejimin vasisi rolünü benimsemesi sonucunda ordu, hiçbir siyasal
partiye destek vermemiştir. Askeri müdahalelerde ordunun temel güdüsünün, “ulusal misyon duygusu”ndan kaynaklanması şaşırtıcı değildir.
Çok partili düzene geçme konusunda 1945 yılındaki gelişmeler son derece önemli olup Türkiye açısından hem iç hem de dış siyasetinde köklü bir değişikliği ifade etmiştir. Bu
itibarla 1945 yılında olup bitenleri hatırlamakta yarar vardır: San Francisco'da toplanacak Birleşmiş Milletler toplantısına katılabilmek için İngiltere'nin telkini üzerine 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya'ya karşı ilan edildi. 19 Mart 1945'te Sovyetler Birliği, 1925 tarihli Türk Sovyet dostluk ve saldırmazlık Anlaşması'nın uzatılmayarak feshedileceğini bildirdi. 5 Mart 1945'te Türkiye Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın San Francisco'daki kuruluş konferansına davet edildi. Türkiye Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında bir heyet Nisan
1945'te San Francisco'ya gitti ve BM'nin kuruluş antlaşmasını imzaladı. Hasan Saka, San Francisco'da Reuters Haber Ajansı muhabirine verdiği demeçte; “Cumhuriyet rejimi siyasi
bir müessese olmak sıfatı ile modern demokrasinin yolu üzerinde azimle gelişmektedir.
Anayasamız, en ileri demokratik anayasalarla mukayese edilebilir. Ve başkalarını da çok geride bırakır.” diyordu. İki yıl sonra Amerikan Kongresi'nde Türkiye ve Yunanistan'a
yardım yapılmasını öngören Başkan Truman'ın 12 Mart 1947 tarihli konuşması üzerindeki tartışmalar sırasında Türkiye'nin siyasal yapısıyla ilgili sert eleştiriler yapılmıştır. Amerikan Kongre üyeleri; Türkiye'yi tek partili askeri bir diktatörlük olmakla suçluyor ve özgürlüklere
özen gösterilmediğinden şikâyet ederek demokrasinin olmadığını söylüyorlardı. Yardım ise ancak istibdata karşı demokrasiyi korumak için verilebilirdi. Aynı yıl İsmet İnönü tarafında ilan edilen “12 Temmuz Beyannamesi” ile demokrasiden dönüş olmayacağı deklare edildi.
Burada tartışılması gereken temel soru iktidarı elde tutan CHP ve İsmet İnönü'nün hangi sebeplerle bir muhalefet partisinin örgütlenmesine daha doğrusu tek parti yönetimine son
vererek çok partili düzene geçmeye karar verdikleridir. İnönü'yü bu noktaya getiren temel sebep nedir?39
38 Mustafa Erdoğan (2012); s. 156, 157.
39 Davut Dursun (1999); s. 36, 37, 40, 49.
Sistemde gerçekleşen bu ciddi dönüşüm, iki temel parametreye indirgenerek açıklanabilir:
Birincisi; İkinci Dünya ı siyasal sisteminin meşruluk zemininde önemli değişiklikler meydana getirmiş, modernleştirici diktatörlüğün ve milliyetçi otoriterliğin temellerinin
sarsılmasına sebep olmuştur. Almanya'nın yenilmesi tek parti rejiminin meşruluk zemininde
ciddi bir gerilemeye sebep olmuştur. Savaş sonrasında kurulmakta yeni Dünya Düzeni'nin merkezi ve başlıca gücünün İngiltere değil Amerika Birleşik Devletleri olacağı açıklık kazanmıştı. Bu sebeple Türkiye'deki iktidar sahiplerinin kulaklarını Batıya ve özellikle de ABD'ye karşı duyarlı hale getirmeleri doğal bir davranış idi. İşte böyle bir süreçte Türkiye'de çok partili düzene geçiş gündeme gelmiştir. Bu bakımdan iktidarı elinde tutan CHP'nin yanında bir muhalefet partisinin bulunmasının düşünülmesinde rejimin gerileyen
meşruiyet ve başarısızlığının etkisi ğu gibi sonrasının uluslararası şartlarının ve yeni
gelişmelerin de etkisi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri ve Batının şemsiyesi altına sığınmak mecburiyetinde Türkiye'nin çok partili düzene geçmek ve bunu
kurumsallaştırmaktan başka bir seçeneği bulunmuyordu. Ayrıca bu durumunun Türkiye'nin tarihsel siyasal eğine de uygun düştüğü belirtilmelidir. Türkiye iç sistemindeki köklü değişiklikleri, genellikle dış aktörlerin etkisi ve dış baskıları gözeterek yapmıştır. 1839
Tanzimat Fermanı'nın ilanı, 1856 Islahat Fermanı'nın yayınlanması, 1876 Kanun-u Esasi'nin yürürlüğe konulması, 1908 II. Meşrutiyet'e geçiş gibi önemli yeniliklerin hepsi de dış
dünyadaki gelişmeler ve telkinler dikkate alınarak yapılmıştır. Bu eğin cumhuriyet yönetiminde de devam etmesi gayet normaldir.40
Çok partili demokrasiye geçmenin pek de kolay olmadığının işaretleri de vardır. Örneğin 1946-1947 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti 15. Hükümeti Başbakanı Recep Peker'in,
1949 yılında, “Bu halk demokrasiyi bilmez” ve “Halk hazır değil” gerekçeleriyle demokrasiye
geçilmemesi yönünde çok ciddi mücadelelerinin var ğu da malumdur. Peker, aynen şu
ifadeleri kullanmıştır: “Zigana Dağı'nın tepesine portakal ağacı dikemezsiniz!”41
Cumhuriyet döneminin kendini kalkınmacı olarak görmek isteyen devlet eliti, toplumdaki konumu itibariyle, gerekli inanırlığa, güvene ve yeterli prestije sahip değildi.
DEVAMI YARIN...
Yorumlar
Kalan Karakter: