TÜRKİYE’NİN YÜZ KARASI: DARBELER

Yayınlanma: 02.09.2013 06:11 Güncelleme: 02.09.2013 06:11

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (42)

Bedii Faik Dünya Gazetesindeki köşesinde 12 Mart Muhtırası aleyhinde çeşitli yazılar yazmış ve bundan dolayı da başına bazı sıkıntılar gelmiştir. Sadi Koçaş'ın şu değerlendirmesi o günlerdeki durumu özetlemektedir: Yalnız Dünya'da Bedii Faik muhtıraya karşı çıkmıştı. Hatta karşı çıkmakla da kalmamış, yaylım ateşine geçmişti. Bunun dışında yalnız muhtıradan memnun lar değil, muhtıradan nefret ettiği muhakkak , düşürülen iktidarın en güçlü kalemleri bile 'Kahraman Orduya' övgü düzmekle birbirleri ile yarış ediyorlardı. Ve bu hal her gün biraz daha dozunu attırarak devam etti.261 12 Mart müdahalesi ile ordu bir kez daha sistemi kendi istediği gibi düzenleyerek ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal geleceğini yönlendirme ve dar kalıba sokma yöntemini hayata geçirmiştir. Ama bu ara dönemde demokratik kurumlar üzerinde kurulan baskı ve yönlendirmelerle takip edilen politikaların, yetmişli yıllarda toplumun yüz yüze bırakıldığı terör, anarşi, derin sosyo-ekonomik ve siyasal krizlerin temel sebeplerini oluşturduğu kabul edilse bile kimse bunun hesabını sormayı düşünmemiştir.262 261 Davut Dursun (2003); s. 68, 71, 72. 262 Davut Dursun (2003); s. 86. 12 Eylül'de medya tekrar darbe sınavına girmiştir. Türkiye'nin önde gazetelerinin 13 Eylül 1980 manşetleri şöyledir: Hürriyet: “Atatürk yolunda devam.” Tercüman: “Yeni anayasa hazırlanacak Ordu mecbur .” Milliyet: “Yeni yönetime herkes yardımcı olsun.” Cumhuriyet: “Ana hedef Atatürkçülük.” Bu manşetlere ve basının tüm şirin görünme gayretlerine rağmen darbenin basına maliyeti ağır olmuştur: 400 gazeteci için toplam 4000 yıl hapis cezası istendi; gazetecilere 3.315 yıl 6 ay hapis cezası verildi; gazetecilerden istenen toplam tazminat miktarı 12.848.000.000 Liraydı; 31 gazeteci cezaevine girdi; 300 gazeteci saldırıya uğradı; 3 gazeteci silahla öldürüldü; gazeteler 300 gün yayın yapamadı; 13 büyük gazete için 303 dava açıldı; 39 ton gazete ve dergi imha edildi. En önemlisi de apolitik bir basın oluşturmak için getirilen yasaklar ve sınırlamalar gazetelerin içini boşalttı, yayın anlayışına magazin gazeteciliği hâkim . Gazeteci Oral Çalışlar; özelde 12 Eylül, genelde tüm darbelere dair medyayı değerlendirir: 12 Eylülde medyanın oynadığı rol utanç vericidir. Darbe destekçisi, darbe şakşakçısı yani hiç tartışılacak bir şey yok burada, zaten öyle yapmayanların gazetecilik yapma şansı kalmamıştı o . Yaşanmış tecrübelerle, biraz itiraz edenlerin hemen hapse atıldığı ve gazetesinin kapatıldığını biliyoruz. Medya, maalesef her dönemde böyledir. Türkiye'nin sivilleşmesi konusunda veya Türkiye'de darbelerin desteklenmesi ve kamuoyunun zehirlenmesi konusunda esas itibarıyla çok olumsuz bir rol oynadı. Tabii ki istisnalar var, tabii ki düzgün davranan ve davranmaya çalışan insanlar vardı, onların hepsini bir kefeye koymak istemiyorum ama “Genel bir değerlendirme yap.” derseniz, yüzde 90, yüzde 80 itibarıyla Türk medyasının bu tür sınavlardaki durumu kötüdür, çok kötüdür.263 28 Şubat 1997 MGK toplantısı ile özdeşleşen 28 Şubat sürecinde: “Olmayan bir ve düşman medya ile ilan edilebilir. Çünkü medya, insanları her şeye inandırabilir.” Sözünün hayata geçirildiğine ve basının bu çerçevede kullanıldığına tanık olundu. Normal demokrasilerde, yasama - yürütme ve yargıdan sonra 4. kuvvet olarak kabul edilen ve toplumsal bir denetim aracı işlevi gören medya, Türkiye pratiğinde kendini sık sık 1. Kuvvet konumunda görüyor ve buna göre tavır alıyor. Birinci kuvvet anlayışı, medyayı sürekli hataya zorluyor. Kendini bütün kurumların üstünde gören yöneticiler - yazarlar, hatta muhabirler, ellerindeki gücü toplum yararına değil, kendi çıkarları için kullanabiliyor. Peki, sonuçta ne oluyor? Siyaseti kendi anlayışına göre dizayn etmek, başbakanları ve hükümetleri belirlemek, devlet ihalelerinde söz sahibi olmak, seçimlerde vatandaşı yönlendirmek, toplum mühendisliğine soyunmak, yalan haber yapmak, hatta yalan haberi rutinleştirmek, beğenmediği kişi ve kurumlar hakkında haksız ve karalayıcı sıfatlar kullanmak, insanların şeref ve haysiyetlerini rencide edici yayınlar yapmak gibi konu başlıkları; Türkiye'deki 'merkez medya' anlayışının yerleşik konu başlıkları haline geliyor. 28 Şubat günlerinde basın-asker ilişkileri, 27 Mayıs çizgisine geri dönmüş, 12 Eylül ve 12 Mart sanki hiç yaşanmamıştır. Gazete manşetlerinden bazı örnekler: Bu defa işi Silahsız kuvvetler halletsin (Hürriyet - 20 Aralık 1996); Ordu Rahatsız (Sabah - 13 Aralık 1996); Gerekirse Silah Bile Kullanırız (Hürriyet - 12 Haziran 1997); Erbakan Pes Etmiyor (Radikal - 3 Mart 1997); Tayyip'e Şok Ceza Muhtar Bile Olamaz (Hürriyet - 22 Nisan 1998); Refah'a üç uyarı (Sabah - 1 Şubat 1997); Tanklar Sincan'da (Sabah - 5 Şubat 1997); Muhtıra Gibi Tavsiye (Cumhuriyet - 1 Mart 1997); İşte Fadime'nin Suçladığı Adam (Sabah - 5 Ocak 1997); Karadayı'dan Humeyni Dersi (Sabah - 1 Eylül 1996); Ordudan Ambargo (Milliyet - 6 Haziran 1997); Askerden RP'ye Şok Suçlamalar (Hürriyet - 11 Haziran 1996); Şeyhler Ordusu Kuruldu 263 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 9. (Cumhuriyet - 11 Haziran 1996); Ya Uy Ya Çekil (Hürriyet - 4 Mart 1997); Refah Bunalımı (Milliyet - 1 Mart 1997). Türkiye'de son yıllarda medya patronlarının iş adamı olması, gazetecilikten gelmemesi, medya bağımsızlığı ile de çok ilişkilendirildi. 'Basın sermayesi ne güçlü olursa, iktidarlara karşı da o bağımsız olur' tezi işlendi. Ancak yaşanan gelişmeler bu tezleri desteklemiyor. Can Dündar'ın tespit ettiği gibi, Türkiye gibi ekonomideki ağırlığın hala devlette ve dolayısıyla da hükümetlerde ğu ülkelerde, iş hayatında etkin olmak medyaya bağımsızlık getirmediği gibi tam tersi onu hükümetlerin güdümüne sokuyor. Akçalı işlerde hükümetlerle medya sürekli karşı karşıya geliyor. Medya eleştirmeni Ragıp Duran, sorunu Türkiye'deki medya mülkiyetiyle ilişkilendirenlerden: Bir yandan gazetecilik, bir yandan inşaat, arazi, petrol işi yaparsınız burada gazeteciliğiniz sorgulanır. “Siz hangi maksatla gazetecilik yapıyorsunuz?” sorusu gündeme gelir. Kamuoyu bilgilensin diye mi, yoksa diğer faaliyetlerinizde birtakım kolaylıklar sağlansın veya yaptığınız usulsüzlükler gizlensin diye mi gazetecilik yapıyorsunuz? Bu soruların sorulması kaçınılmaz olur. 264 Aynı konuyu, “Devlet üzerinden zenginleşen medya” başlığıyla ele alan Mehmet Altan: Gazetecilik yapmak yerine 'devlet üzerinden zenginleşme' bugün medyaya güveni sıfırladı. Ergün Babahan'ın da vurguladığı gibi, siyasi iktidar üzerinde gücünü kullanarak zenginleşme peşinde koşan medya patronu, iş takipçisi konumundaki gazete yöneticisi, ticari kaygı ve kişisel öfke ile yapılan 'holding medyacılığı', asıl işlevi sadece ve sadece habercilik gazeteciliği neredeyse tamamen öldürdü. Medyanın zenginleşmesine ak sağlayarak kendi çürümüşlüğü-nü gözlerden saklamaya uğraşan Ankara ve rant dağıtım işinin taşeronluğunu üstlenmiş halktan kopuk siyaset kurumu, bu zihniyetin enkazı altında debeleniyor şimdi. Medya, Türkiye'deki sistemin 'kilit taşıdır.' O kilit açılmadan, Türkiye düzelemez. Çünkü ülke kendini her gün çarpık bir aynadan izlemeye mecbur kalır, yalanların, çarpıtmaların arkasına gizlenen gerçeği göremez. (Holding Medyası, Mehmet Altan, Sabah Gazetesi, 21 Ekim 2002) Hürriyet'in patronu Erol Simavi ise Turgut Özal ile giriştiği kavgayla hatırlanan eski bir basın patronu. Onun Başbakan Özal ile giriştiği kavganın en çarpıcı ve hatırda samsun oto kiralama bölümü, 19 Nisan 1988'de Başbakan Özal'a yazdığı açık mektuptur. Bu mektubun son satırlarında: Evet, Sayın Başbakanım... Gelelim netice-i kelama: Montesquieu, “Kuvvetler Ayrılığı” sistemini getirirken üçlü bir düzen düşünmüştü: Yasama, Yürütme, Yargı... Zatı devletiniz bu ilkeyi tekliye düşürdünüz: Şimdi varsa da, yoksa da “Özal”... Anayasayı bile, ama bir kez, ama on kez ihlal etmekte beis görmeyen siz değil misiniz? Bilirsiniz... Devlet organları arasında yer almasa da, azıcık fantezi, bir gerçeğin ifadesi olarak “Basın”ı da “kuvvetler” arasına katarlar. Ona da bir numara yakıştırırlar: “Dördüncü Kuvvet”. Ben de şimdi, sizin ilhamınızla, yeni bir “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi getiriyorum. Demokrasiye ve demokratik düzenin kutsallığına sarsılmaz inancımın da ışığında, benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye'de, birinci kuvvet faslına bilir misiniz ne yazar? Basın... Ya ikinci? Buyurun, kalemimi zatıâliniz teslim alın... Aklınızdan ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın. Saygılarımla. Erol Simavi. Üstüne vazife olmayan 264 Zafer Özcan; Arz ederim 28 Şubat 1997 / 12 Eylül 2010 Basın Sendromu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010, s. 15, 55,56. işlerle iştigal eden medya kervanına 28 Şubat sürecinde devlet kurumu TRT de katıldı. 12 Eylül 1996 tarihli, Ertürk Yöndem klasiği Perde Arkası… TRT-1 ve TRT Int'de yayımlanan programda, mevcut ortam 12 Eylül öncesine benzetilerek Konya mitingi ve İran görüntülerine yer verildi. Yöndem'in sözleri şunlar : Bu gün aradan tam 16 yıl geçti. En acısı şu ki, bugün yine 12 Eylül 1980 öncesi kara günlere dönmek üzereyiz. Acı ve gözyaşı devam ediyor, katliamlar, ölümler devam ediyor. Ülkemiz parçalanma tehlikesini hala tam anlamıyla atlatmış değil. Dün ğu gibi bugün de silahlı kuvvetlerimiz ülkemizde 12 Eylül 1980 ortamını istemiyor. Ancak, ülkemizin birlik ve beraberliği, demokrasi, Atatürk ilke ve inkılâpları, vatan toprakları tehlikeye girdiği an yasanın verdiği yetkiyi kullanmak zorundadır. (Perde Arkası TRT, Ertürk Yöndem, 12 Eylül 1996). Programın MGK kaynaklı ğu ileri sürüldü. Yöndem bu iddiaya genelde itiraz etmedi. “Bizden kritik dönemlerde MGK ya da Genelkurmay'ın hassasiyet gösterdiği konularda bazı program istekleri olmuştur.”265 Milliyet'in başyazarı Güneri Cıvaoğlu 'Anayasa mı niz?' başlığını uygun gördüğü yazısında RP'nin ında hizaya getirilmemesini eleştiriyor. Tarihi MGK toplantısının, komutanlar arasındaki değerlendirmesi şöyle: “Kurbağayı içinde soğuk su tencereye atarsınız... Az sonra başına geleceklerden habersiz, yüzmeyi sürdürür. Tencerenin altındaki ateşi yakarsınız... Suyun yavaş yavaş kaynadığını fark etmez. Çünkü yükselen ısıya alışır. Su iyice kaynadığında, artık çok geçtir. Reflekslerini yitirmiştir. Oysa kurbağayı, doğrudan kaynar suya atsaydınız... Derhal tencereden dışarı fırlardı. RP, laisizm dışı uygulamaları, kurbağanın içinde bulunduğu suyun yavaş yavaş ısıtılması gibi bir taktikle toplumsal yaşama ve devlet hayatına sokuyordu. Su kaynadığında artık çok geç olacaktı. Toplum alışacaktı. Refleksler körelmiş olacaktı.” Bu sözler, laisizm adına tepki koyan sivil kesimin silahsız güçlerinin ve silahlı kuvvetlerin aymazlığa düşmediğinin simgesel anlatımıdır. Ve başka sürpriz görüntüye işaret edeyim. Galiba... Asıl, son MGK toplantısında, sıcak suya kurbağa atıldı. Birilerinin hayli haşlandığını söyleyebilirim. Tekke mensuplarına, tekkelerin kapatılması açıklamasına imza koydurtmak az şey mi? (Haşlama, Güneri Cıvaoğlu, Milliyet Gazetesi, 2 Mart 1997) Hürriyet yazarı Fatih Altaylı ise kendine özgü üslubu ile MGK'yı ne demokratik bulduğunu ifade ediyor ve 'artık muhbir vatandaşım' vurgusunda bulunuyordu: Artık muhbir vatandaşım. Kendime yeni bir iş buldum, Bundan böyle artık böyle kılık kıyafet kanununa aykırı olarak dolaşanları, sarıklıları, kolundan tutuğum gibi karakola götüreceğim. Evlerini polise göstereceğim. Otomobilde görürsem plakalarını alıp bildireceğim. Yapılan işlemi savcılığa takip edeceğim. Yok yok, savcılıkta da takip edeceğim. (Hürriyet Gazetesi, 3 Mart 1997). Mehmet Ali Birand Sabah'taki köşesinde, “Aslın-da, hepimizin 'ince ayara' ihtiyacı var” di-yerek müdahaleye antidemokratik dene-meyeceğini savunuyordu. Olanlar ...  DEVAMI YARIN...

Devamını Okumak İçin Tıklayınız