TÜRKİYE’NİN YÜZ KARASI: DARBELER
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (20)
Çünkü bir demokraside devletin nasıl olması gerektiğini belirleme yetkisine (egemenliğe) sahip zaten yurttaşların kendisidir, onların oluşturduğumillettir. Eğer devlet vatandaşların ise ve vatandaşlar için ise, kimi kimden koruyacaksınız? Öte yandan, bir kurumun kendi görevini algılama biçimi eğer yanlışsa, bu yanlışın on yıllar boyunca sürmekte olması onu doğru ve meşru yapmaz. Genelkurmay bu kuralın bir istisnası değildir.121 Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Türkiye'nin, Genelkurmay Başkanı'nın statüsünden dolayı NATO'da yaşadığı uyumsuzluğu ve sıkıntıyı şu şekilde anlatır: NATO Askeri Komitesinde kıran kırana mücadele ediliyor ve benim rastladığım -iki sene de o askerî komitede Türkiye'yi temsil ettim- maalesef, Türk Genelkurmay Başkanı en fazla sıkıntıya sahip askerî komutandır. Bir kere, diğer NATO ülkelerinin Genelkurmay başkanlarının komutanlık sıfatları yoktur, karargâh subayıdır. Karargâh subayıdır. NATO'da komutanlık sorumluluğu ve yetkisi tek komutan Türk'tür. Karaya da komutanlık yapar, Denize de, Havaya da, Jandarmaya da komutanlık yapar. NATO ülkelerinde başka böyle bir ülke yok. Karargâh subayı. Ama kritik konular ğunda bir bakarsınız, o 26 kişi anında birleşir, tek kalırsınız. Neden? Çünkü NATO'da görev yapan Genelkurmay başkanlarının birçoğu Avrupa Birliği üyesinin Genelkurmay başkanlarıdır.122 121 Mustafa Erdoğan (2012); s. 179-182. 122 Yaşar Büyükanıt, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 7. 4. İç Güvenlik Ordu, 1921-1922 arasındaki Millî Mücadele yıllarından başlanarak Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye'de her bir zabıta kuvveti olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Öyle ki, asayişin sağlanması için hiçbir yasa ve ahlak anlayışında yeri olmayan infaz mangası gibi davranmaktan, banka ve özel sektöre ait fabrikaların bekçiliğine yerine getirilen çok çeşitli işler herhalde esas görevi yurt savunmasına hazırlanmak askerin, yurttaş nezdinde prestij kaybetmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Bir kimsenin suçlu olup olmadığına ancak mahkeme karar verebilir. Suçlu bile olsa cezayı mahkeme takdir edebilir. Başka hiçbir kimse veya makam, böyle bir yetkiye sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti'nde ise bir devlet politikası olarak ordunun asayiş işlerinde kullanılması halkın vicdanında derin yaralar açan bazı olayların yaşanmasına olmaktadır. Özellikle askeri yönetim dönemlerinde rastlanan bu tür olayların rejim ve asker ilişkisini hangi yönde etkileyeceği açıktır. Mustafa Muğlalı ve Mersin Arslanköy olayları, tek parti dönemindeki rejim ve asker ilişkisinin şekli boyutlarını göstermesi bakımından çok düşündürücüdür. Türkiye'de artık şu noktanın tartışılması gerekir. Asker ile yurttaşın karşı karşıya bırakılması, yalnızca 1946 öncesinde rastlanılan tek parti yönetimine özgü bir politika değildir. Daha sonra, bugün de benzeri öldürme olaylarına tanık olunmaktadır. Böyle olaylarda suçlu ile sorumluyu ayırmak ve ona göre önlem bulmak gerekir. Belki tetiği çekenin suçlu ğu rahatlıkla söylenebilir. Peki, sorumlu kimdir? Sorumlu bizzat devletin kendisidir; 1923'ten beri orduya asayiş görevi yaptıran, olur olmaz ilan edilen sıkıyönetimlerde bir devlet politikasına dönüşen garnizon-devlet uygulamaları ile yurttaşları baş başa bırakanlardır. Asker, dünyanın her yerinde kendisine öldürme teknikleri öğretilen kişidir. Özel okullarında bunun için eğitilir. Yok etmesi gerekenin düşman ğu anlatılır. Emir ve disiplin onun her şeyidir. Ateş emri verilmişse, ateşkes emrine ateş edecektir. “Öldür”, denilirse öldürecektir. Her kademeye bir emir veren bulunacaktır. Belki bazıları daha ileriye giderek, emirlerden kendilerine ek görevler de çıkaracaklardır. İşverene karşı grev yaparak hakkını arayan işçinin, taban fiyatı yetersiz bularak protesto yürüyüşü yapan çiftçinin, ülkesindeki insan haklarına aykırı uygulamalara karşı çıkan aydının ve öğrencinin yol açtığı dalgalanmaya bir devlet politikası olarak baraj diye sıkıyönetimler ve askeri rejimler konulmaya devam edilirse ve bu, yurt savunması amacıyla eğitilen silahlı kuvvetler aracılığı ile yapılırsa; bugüne ğu gibi bundan sonra da ordu zarar görecektir. Yakın larda, 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri ardından 1961, 1973 ve 1983'de kışlasına dönmek durumunda samsun oto kiralama Türk Ordusu, biraz da kendi yaralarını sarmak, yıpranmasını asgariye indirmek için geri çekilmiştir. 123 Türkiye'de Cumhuriyetin ilanından 19.07.1987 tarihine geçen 63 yıl 8 ay 20 günlük sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. Diğer bir deyişle, bu dönemin yüzde 40'ında sıkıyönetim uygulanmıştır.124 Bu süreye olağanüstü hal 123 Hikmet Özdemir (1993); s. 28, 30, 37, 38. 124 Zafer Üskül, Siyaset ve Asker, Ankara, 1997, s. 71 dönemleri de ilave edilirse, Cumhuriyetin yaklaşık 46 yılı olağandışı koşullar altında yaşanmış demektir. Türkiye'de rejim, İkinci Dünya ı bitiminden 1970'lerin başına ağır çekim bir film gibi, garnizon-devlet uygulamalarından millî güvenlik devletine doğru ilerlemesini sürdürürken, ordunun zabıta kuvveti olarak üstlendiği asayiş sağlama görevinde esaslı bir değişim gözlenmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki ayrılıkçı Kürt aşiretlerin ayaklanmalarına karşı söz konusu bölgelerde görev yapan ordu, 1960'lı yıllarda ve sonrasında işçi sınıfının büyük bir nüfus yoğunluğuna ulaştığı İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, İzmir, Bursa, Ankara, Adana, İçel gibi metropollerde de asayiş görevini üstlenmiştir. Bu metropollerin hemen hepsinde üniversitelerin bulunması, işçi ve memur kesimine göre radikal düşünceye daha açık öğrenci ve aydınların, uygulanan resmi politika gereği nüfusun potansiyel tehlike taşıyan kesimi olarak gözetimde bulundurulmalarını gerektirmiştir. Nitekim rejimin askeri yönetim dışında samsun oto kiralama dönemlerde sıkıyönetimi olağan bir yönetim biçimi şeklinde kullanması, uygulamanın süreklilik kazandığını göstermektedir. 1960-80 döneminde, 1964-70 arasındaki beş yıl dışında İstanbul-Ankara başta olmak üzere işçi nüfusun yaşadığı metropoller ve Diyarbakır-Siirt illeri sıkıyönetim ile yönetilmiştir. 1920'lerin başında Anadolu'da gayrimüslimlere zulüm uygulamaları ile ün yapan merkez ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa gibi 1943'te 33 yurttaşı kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı'nın çok özel örnekler ğu söylenebilir. Bir daha Sakallı Nurettin Paşaların ve General Muğlalıların çıkamayacağı söylenebilir mi? 1960'da değil, fakat 1971 ve 1980 darbelerinde askeri hapishane ve garnizonlar, fabrika ve atölyelerde işverene karşı sendika kurma mücadelesi veren, hak aramak için anayasa ve yasalar ile kendilerine sağlanmış toplantı ve gösteri hakkını kullanan işçi ve sendikacılarla drulmuştur. Soru garip gelebilir, işçinin sigorta primini yatırmadı veya insanca yaşaması için gerekli ücret ve sosyal yardımları ödemedi diye askeri makamlarca hakkında soruşturma açılan işveren var mıdır? Grev yasağını duyuran sıkıyönetim bildirilerinin sigortasız işçi çalıştırmaya herhangi bir yasak getirmemesi, ordunun hakemlik rolünü savunanlar açısından yanıtlanması gereken bir sorudur. İşveren örgütleri ve askeri makamlar, çeşitli amaçlarla kamuoyuna bilgi vermek için hazırladıkları broşür ve kitaplarda yalnızca grevler yüzünden kaybedilen iş günleri ile ilgili istatistikleri açıklarlar. Nedense, işçi ücretlerindeki reel azalma, kötü çalışma koşulları ile işverenin ağır ihmali yüzünden her yıl ölen, yaralanan veya sakat samsun oto kiralama işçilerin sayısı Genel-kurmay Başkanlığı veya ordu komutan-larının dokümanlarında yer almaz. DP'nin 1950'de 6 Haziran operasyonu ile başlayan ve 1960 Mayısında bu defa Genelkurmay'a ve kendilerine karşı genç subayların gerçekleştirdikleri bir başka askeri operasyonla sona eren iktidar yıllarındaki rejim ve asker ilişkisi açısından, bu partinin ciddi kapsamlı ve hedefleri belirlenmiş bir ordu politikasına sahip olmadığı görülür. Rejimi sivilleştirme vaadi ile geniş halk desteğine dayanarak iktidara DP ciddi bir ordu politikası oluşturmak yerine, kendine bağlı generalleri göreve getirmek şeklinde ifade edebilecek, kolay fakat komplocu yola girmiştir. Hükümetlerin birlikte çalışacakları askeri şeflere her anlamda güven duymak istemeleri doğaldır ve haklarıdır. Fakat önemli güven içinde işleyen bir sistemin kurulmasıdır. Yoksa iş, fazlasıyla subjektif değer yargılarıyla karar vermeye kalır.125 Sedat Laçiner, ordunun bir iç güvenlik birimi olarak terörle mücadeledeki rolünü farklı bir bakış açısıyla ele alır ve TSK'yı bekleyen tehlikenin ne ğunu söyler: 125 Hikmet Özdemir (1993); s. 39, 41, 46, 50. PKK terörüyle mücadelenin 24 yılını şöyle bir hatırlayacak olursak hangi yılında güvenlik güçlerinin mücadelede yetersiz klarını itiraf ettiklerini ve ciddi bir hesaplaşma içine girdiklerini gördük. Aksine her safhada ne çok başarılı olunduğu tekrarlandı duruldu. Oysa PKK teröründe İspanya'nın yaklaşık 20, İngiltere'nin ise yaklaşık 40 misli insan ölmüştür. Yaralananlar, sorgudan geçirilen yüz binlerce insan, dağılan hayatlar, çeyrek asır boyunca olağanüstü bir halde yaşamak zorunda bırakılan milyonlar ve ulusal ekonominin kaybettiği 1 trilyon dolarlık kayıp da eklendiğinde ortada ciddi bir başarı olmadığı anlaşılacaktır. Fakat meseleyi sadece terörist kovalamak olarak aldığınız başarınızı sadece öldürdüğünüz ve yaraladığınız terörist sayısı ile ölçersiniz. 'Ne insan öldürdük, o başarılıyız' anlayışı yerleşir. Sizin kayıplarınız ise başarısızlığınızın göstergesi değil, yeni yeni teröristler öldürmek için güçlü gerekçeler oluverir. Artık kalmadı. Halının altında yer kalmadı. Toplum kendi kaderine el koymak zorunda. Terörle mücadelede Meclis ve Hükümet sorumluluklarını kolluk güçlerine ve Ordu'ya atmamak zorunda. Aksi takdirde çeteler ülkenin dört bir yanını sarmaya devam edecek, terörle mücadele her seferinde yeni teröristler üretecek, bazıları terörist peşinde terörle mücadele ettiğini sanırken ülke yangın yeri olmaya devam edecek ve en kötüsü kolluk güçleri ve Ordu yeteneklerini kaybederek ülkenin iç ve dış güvenliğini koruyamayacak hale gelecektir.126 Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumu modern demokratik devletlerde olması gereken kriterlere uymamaktadır. Avrupa'da olmayan jandarma teşkilatının (sadece Fransa ve İtalya'da var, ancak bunlar da Türkiye'nin Jandarma teşkilatı gibi değil tamamen sivil bir birim gibi İçişleri Bakanlığına bağlıdır) Türkiye'de taşıdığı askeri bakış açısı gereği, iç güvenlik ve adli mekanizmada görev yapması sakıncalar taşımaktadır. Jandarma ya tamamen sivil bir kır polisi örgütlenmesine dönüştürülmeli ve Genelkurmayla bağlantısı kesilmeli veya iç güvenlik-adli görevden alınmalıdır. Polis sayısı da buna göre arttırılabilecektir.127 126 Sedat Laçiner; Şeffaf ve hesap veren bir ordu ihtiyacı, Radikal Gazetesi, 17 Ekim 2008. (Erişim: 13 Haziran 2012) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=903799&CategoryID=99 127 Gültekin Avcı (2008); s. 241. 5. Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla ve Gayri Nizami Harp Derin devlet kavramını Türkiye'de ilk kullanan kişi Mahir Kaynak'tır128 ve 1995 yılında şunları ifade etmektedir: Türkiye'de derin devlet yok. Oysa dünyada büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde görünen yöneticilerin arkasında derin devlet vardır. DEVAMI PAZARTESİ...