TÜRKİYE’NİN YÜZ KARASI: DARBELER

Yayınlanma: 20.07.2013 05:57 Güncelleme: 20.07.2013 05:57

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (8)

İnönü'nün darbeyi meşrulaştıran bu akıl yürütmesi darbenin ardından askeri rejimin meşrulaştırılması sürecindekullanılacak ve uzun bir süre akademik çalışmalarda 1960 darbesinin temel i olarak ileri sürülecektir.51 Süleyman Demirel'in 27 Mayıs'a ilişkin değerlendirmesi ise az ve özdür: “CHP lehine DP'nin ordu tarafından ezilmesidir. Hepsi bundan ibarettir.” şeklin r. Bu açıdan bakıldığında, 28 Mayıs'ta Cemal Gürsel'in İsmet İnönü'ye: “Emirleriniz için peygamber buyruğudur, paşam” gibi bir ifade kullanması, Ordu ve İnönü arasındaki yakın ilişkiyi desteklemektedir. Ayrıca Darbe sonrasında, CHP'nin teşkilatlarına yolladığı genelgede MBK'nın “iyi niyetli” ğuna yönelik inancın dile getirilmesi ve bu süreçte komitenin desteklenmesinin istenmesi de bu ilişkiyi doğrular niteliktedir.52 27 Mayıs 1960 tarihini dikkate değer kılan ise, söylemsel olarak dominant pozisyon kazanan dili; yasalar, kurumlar, aygıtlar, stratejiler ve pratikler üzerinden sürdürmeyi sağlayacak bir dönemi başlatmış olmasıdır. Bu tarihte askeri, sivil denetimden bağımsızlaştıran düzenlemelerden, bu ayrıcalıklı pozisyonu değiştirmeyi bir suç haline getiren kanunlara birçok uygulama hayata geçirilmiştir. Askerin aygıtlar üzerindeki kontrolü ve yeni kurumlar oluşturması bu ayrıcalığın meşruluk ve normalleşmesi noktasında önemli bir işlev üstlenmiştir. “Hükümetler üstü bir kurul” şeklinde işleyen Millî Güvenlik Kurulu gibi yeni yaratılan kurumlar yoluyla da yürütme bütünüyle askerin denetimi ve kontrolü altına sokulmuştur. Bu kurumlar 1960 sonrası dönemi öncesinden farklılaştırdığı için önemlidir ve militarist söylemsel dilin sınırlarını belirleyen, diğer söylem biçimlerini suskunluğa iten ve militarist dili ayrıcalıklı kılan tam da bu kurumlar oluşmuştur.53 27 Mayıs'ın anti demokratik yöntemlerle anayasa yapma eğini başlattığını ifade eden Serap Yazıcı: “27 Mayıs müdahalesi, Türkiye'de siyaset sürecinin demokrasi yönünde evrilmesini önleyen çok önemli sonuçlar yaratmıştır. Bunlardan biri, demokratik olmayan yöntemlerle anayasa yapma eğidir. İlk kez 27 Mayıs'ın ardından ortaya çıkan bu yöntem, 12 Mart'ta ve 12 Eylül'de tekrarlanmıştır. Böylece, Türkiye'de belirli kesimlerde demokratik yöntemlerle anayasa yapmanın mümkün olmadığı gibi tuhaf bir zihniyet yerleşmiştir. Demokratik bir düzende tüm kararlar, halka hesap verme yeteneğinde seçilmiş organlar tarafından verildiği ve askeri makamların da bu organların iradesine tabi ğu halde, 50 Mete K. Kaynar (2010); s. 53. 51 Ali Balcı (2011); s. 50, 51. 52 Kamil Demirhan; 27 Mayıs Müdahalesinde Ordu'nun Gericilik Algısı ve Gericilik Söylemi Üzerine Bir Değerlendirme, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 86. 53 Ali Balcı (2011); s. 57, 58. Türkiye'de bunun tam aksi bir tablo yerleşmiştir. Nihayet 27 Mayıs Müdahalesi, vesayet kurumları yaratmak suretiyle de seçilmiş organların hareket sahasını daraltmıştır. Cumhurbaşkanlığı ile Anayasa Mahke-mesi, 27 Mayıs Müdahalesi'ni gerçek-leştiren ve bu müdahaleye destek veren devlet elitlerinin vesayet kurumu olarak tasarladıkları organlardır. 1961 Anayasası'nın yürürlüğü süresince, Cumhurbaşkanlığına, asker kişilerin seçilmesi, bir tesadüf değildir. Anayasa mahkemesi ise bu anayasanın yürürlüğü döneminden başlayarak, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasinin icaplarını korumak yerine, devletin resmi ideolojisini koruyacak kararlara imza atmıştır.”54 Askerin politik alana müdahalesi-nin meşru bir zemine oturtulması sadece basın, aydınlar ve politikacılar düzleminde olmadı, daha da önemlisi başta lise ders kitapları olmak üzere devletin sivil alan ile fazlasıyla iç içe ğu kurumlar da bu normalleştirme sürecine dâhil lar. Örneğin, militarist söylem dönemi boyunca liselerde “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” adıyla okutulan ders kitabı 27 Mayıs'ı ordunun açıkladığı bildiri temelinde analiz etmiş ve yaşananları bir “devrim” olarak tanımlamıştır. Aynı isimli bir başka ders kitabında da 27 Mayıs bir devrim olarak sunulmuş, ekonomi ve özgürlük temelinde yaşanan gerilimler karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin “işe karışma zorunluluğu duyduğu” belirtilmiştir. Diğer ders metinlerinde de DP iktidarı “karanlık çağ” olarak tasvir edilirken, 27 Mayıs da “milleti kurtarmaya” girişen, “genç demokrasimizi yıkmak, Atatürk devrimlerini yok etmek iste-yen gerici zümreyi” ezen bir hareket olarak tanımlanmıştır. Bu örneklerde görüldüğü gibi dönemin lise ders kitaplarında askerin sivil alana müdahil olması bir problem değil, aksine bir zorunluluk hatta devrimsel bir hareket olarak sunulmuştur. 27 Mayıs'ın sorunları çözemediği, bilakis çözülebilecek meseleleri dahi çözümsüzlüğe mahkûm ettiği gerçeği, 12 Mart 1971 günü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a sunulan ve MGK temsilcileri sıfatıyla altında komutanların imzasının bulunduğu Muhtıra ile tekrar ortaya çıktı. Muhtıra ülkedeki anarşi durumunu sona erdirebilecek ve reformları “Atatürkçü bir görüş” doğrultusunda hayata geçirebilecek güçlü bir hükümetin kurulması önerisiyle dolaylı olarak Demirel hükümetinin istifasını talep etti. Demirel ise yaptığı açıklamada ordunun müdahalesinin Anayasa ve hukuk devletiyle bağdaşmadığını söylese de, açık bir şeklide gelişen darbe sürecine karşı hiçbir şekilde güçlü bir muhalefette bulunmamıştır. Ayrıca, muhtıranın 'sol'a karşı yapıldığını anlayan 'sağ' aydınlar ve basın, muhtıranın ülkeyi “anarşiden kurtarıp demokrasiyi iyi işletmek için” verildiğini savunmuşlardır.55 12 Eylül 1980'e gelindiğinde işler artık çığırından çıkmış/çıkartılmış durumdaydı. Askerin sivil alana dâhil olmasının en üst aşamasını temsil eden sıkıyönetim, sokak çatışmalarından kaynaklanan güçlü bir sivil onayın ardından gelmişti. Haziran 1980'de “hiçbir devirde devlet, hükümet ve kamuoyu sıkıyönetimin bugünkü yanında olmadı” diyen Süleyman Demirel, askerin politik ve sivil alandaki etkinliğinin meşruluk koşullarının ne güçlü bir şekilde ortaya çıktığına işaret etmiştir. Bu normalleşme sıkıyönetim uygulamalarıyla daha da güçlendirildi ve sürekli askerle iç içe yaşayan sivil alan, 12 Eylül'de askeri müdahaleyi gündelik yaşamının bir alt üst olması şeklinde görmedi. Asker ve sivil alan arasında birincisinin lehine bir hiyerarşinin varlığı, kaçınılmaz olarak politik alanın sürekli bir şekilde askeri referans noktasına dönüştürmesine yol açmıştır. Bu hiyerarşik ilişkinin çarpıcı örneği Diyarbakır'daki sıkıyönetim komutanını değiştirmek isteyen Demirel ile dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren arasındaki bir diyalogdur. Evren anılarında bu konuşmayı şu şekilde anlatır: 54 Muhsin Öztürk (2012); s. 69, 70. 55 Ali Balcı (2011); s. 97, 99. Güneydoğu Anadolu'daki bölücü ve anarşik olaylardan bahsediyor, bunun bir türlü önlenemediğinden şikâyet ediyordu. Maksadını anlamıştım. Diyarbakır'daki 7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanının değiştirilmesini dolaylı olarak istiyordu. Kendisine Sıkıyönetim Komutanı”nın bu hususta bir ihmali ve kusuru olmadığını bugüne gelmiş geçmiş iktidarların o bölgede uyguladıkları yanlış politika yüzünden yörenin patlamaya hazır barut fıçısı haline geldiğini, bu bakımdan görevinden alınmasını düşünmediğimi söyledim. Bu konu üzerinde fazla durmayarak konuyu değiştirdi. Evren ve Demirel arasındaki bu diyalog militarist söylemin etkin ğu dönemde sivil ve askeri alan arasındaki diyaloğun tipik bir örneğini teşkil etmesi açısından önemlidir. Bir taraftan bütün olumsuzluklar sivil iktidarlara yüklenip ordu temize çıkarılırken, diğer taraftan sivil iktidarlar “önemli” konularda askerin düşüncesi dışına taşmayan bir politik yaşam sürdürmektedirler. Bu durumun kaçınılmaz sonucu da hemen her durumda askere yönelik gerçekleştiri-len dolaylı ve direkt referans olmuştur. İktidarını doğası gereği partisinin alacağı oylara borçlu sivil politikacıların bu durumlarını tehlikeye düşüreceğini bilmelerine rağmen askerin politik alan üzerindeki tahakkümüne izin vermeleri tam da bu militarist söylem koşullarının sonucudur. Sivil ve politik alanın yanı sıra bu ikisi arasındaki iletişimi sağlayan basın da 12 Eylül öncesinde önemli ölçüde militaristleşmiştir. Bu durumun basındaki izdüşümü Cumhuriyet ve Tercüman gazeteleriydi ve bu iki gazete yaşanan çatışmaları temsilcileri kları kesimin dilinden ktarmaktay-dı. Bunun da ötesinde basının neredeyse tamamına yayılan hava açık bir askeri darbe olmasa da, ordunun sokak çatışmalarına müdahale etmesi yönündeydi. Çatışmalara sıklıkla yer vermenin yanı sıra, basında terör problemine politik alanın çözüm olamadığı argümanının yaygın bir şekilde dillendirilmesi, askeri dolaylı olarak, politik ve sivil alana müdahil olmaya çağırmak anlamına geliyordu ve bu sunma biçimi askeri müdahaleye yönelik toplumsal rızanın sağlanması noktasında önemli bir işlev görmekteydi. Öte yandan, ordunun müdahalelerini onaylayan ve meşru gören bir dil de basına hâkim olmuştu. Örneğin, 1979'un son günlerinde ordunun yayınladığı “tüm anayasal kuruluşlar ve siyasî partileri” uyaran metin birçok basın organı tarafından “anayasal görevin” yerine getirilmesi, demokrasinin talimatı ve ona tanınan son fırsat gibi ifadelerle karşılanmıştır. Bütün bu ifadeler en keskin halini ise Necip Fazıl Kısakürek'in 12 Eylül darbesinden hemen sonraki: Bu hareket olmasaydı devlet olmayacak, millet yerinde kalmayacaktı. sözlerinde bulacaktır. Kısacası, ekonomik, sosyal, politik ve uluslararası düzlemde işleyen mümkünlük koşulları ve bunların militarist söylemi onaylayıcı yönü 1980 darbesinin en önemli idir. 12 Eylül'ü diğer iki darbeden ayıran en önemli unsur aksi bir sesin çıkmadığı, emir komuta zinciri içinde planlı bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Ordu bir bütün olarak sol gibi başka ideolojik kaygılardan bağımsızlaşarak sivil ve politik alana müdahalesini, kendisine “emanet” edildiğini düşündüğü bir ülkede gerçekleştirilen normal bir pratik olarak görmüştür.56 12 Eylül 1980'den yönetimin sivil iktidara bırakıldığı Aralık 1983'e 669 yasa çıkaran askeri rejim, adeta devleti militarist düzlemde yeniden restore etmiştir. Cumhuriyet tarihinin en yoğun yasa yapma sürecinin izlediği bu dönemde devletin merkeze alındığı, hiyerarşik ve mutlak denetimi mümkün kılan yasal ve kurumsal bir yapı oluşturuldu. Sol düşüncenin hiçbir şekilde dâhil edilmediği büyük ölçüde askerin belirleyici ğu bu restorasyon sürecinin sonucu ise muhafazakâr, denetim ağırlıklı, otoriter ve hiyerarşik bir devlet yapılanması . 12 56 Ali Balcı (2011); s. 111-117. DEVAMI PAZARTESİ...

Devamını Okumak İçin Tıklayınız